Bazen derki insan :”Bana rağmen gönlümün kanatlanmasına müsaade edebilir miyim?”
Bir gün benlik çıkarda en keskin prensipleriyle gönlün aşka susamış ve aşka yanmak için uçan kanatlarını kırıverir mi?
Cesaret yeter mi mutlu olmaya? Yoksa insanın en derinlerindeki kokuşmuş nefis kuruntuları ansızın misal; bir bebeğin hıçkırığında veya Mihriban’ın sokak ortasındaki en şen kahkahasında yıkar mı birden pembe hayalleri ve kalır mı kursaklarda en bakir sevinçler, umutlar, yarınlar…
Bu bilmecelere aldırmadan “aşk için aşka köle olarak İslamla gıdalanmış ve Anadolu ile yoğrulmuşdur, bu ise yeterlidir fıtrat üzere olmaya” deyip aşk atına binmeli mi?
Ne yaman terazi… İnsanın kendi ile olan savaşıdır hakiki harp. Halbuki bellidir düşman ve meydan… Kaos ve nizam… Hangisi hayırlı? Bu fikir kaosunun bir yerinde durup tefekkür edip baş kaldırmak mı yoksa yuvaya salınmış bir çomak misali kulak tıkayıp içinde meseleyi çözme mücadelesi vermek mi? Yaylada mı kışlada mı?
Kalabalığın, kendini yitirmişliğin en cavcavlı yerinin göbeğinde, nefes aldığını dahi unuttuğun mekan ve zamanda mı yoksa dilini, dinini, kültürünü, sokaklarını dükkanlarını ve çocukların oynadıkları oyunları dahi tanımadığın yaban bir memlekette mi veyahut Hacı Bayramın dizleri dibinde mi?
63’ü bulunca bir mezar kazıp buna bir 63 daha ekleyecek imanı bulmak nasıldı?
Bir gülün kokusuyla veya ezan-ı muhammedin muhammed’in de yere yığılmak 1400 yıl sonra var mı?
Aşk imansız kanat mı kanatır mı? Sarar mı sarartır mı? Gönül dinler mi aşk zehrini tadınca kurallarını beşer’in… Laf mı? Bıraksan ipini ipe götürür cümle mevcudatı doymaz yine…